Open/Close Menu Kültür Rotaları Derneği

İki Deniz Arası yürüyüş rotasından 2016 yılında, Türkiye Kültür Rotaları Derneği sayesinde haberimiz oldu. O zamanlarda Türkiye’nin ilk uzun mesafeli yürüyüş yolu olan Likya Yolu’nu tamamını yürümeyi daha yeni tamamlamıştık. İstanbul’da oturduğumuz için kendi kendimize “Acaba İstanbul etrafında da böyle yürüyüş güzergâhları var mıdır?” diye düşünürken karşımıza “İki Deniz Arası” çıktı.

Güzergâhı yürümeye başlamadan önce rota hakkında biraz araştırma yaptık. O zaman gördük ki bu rota esasında 14.09.2013-20.10.2013 tarihleri arasında düzenlenen 13. İstanbul Bienali için Serkan Taycan tarafından hazırlanan bir projeymiş. Bu proje ile İstanbul’un içinden geçmekte olduğu kentsel dönüşüme dikkat çekmek, Marmara Denizi’yle Karadeniz arasında açılması ve birer milyon nüfuslu iki kenti barındırması planlanan “Çılgın” Kanal İstanbul projesine yakından bakmak ve yürüyerek deneyimlemek amaçlanmış.

Öğrendiğimiz bu bilgiler, rotaya olan ilgimizi biraz daha arttırmıştı ama yürüyebilmek için elimizde ne bir rehber kitap/harita ne de rotanın GPS bilgileri vardı. Araştırmayı biraz daha derinleştirdiğimizde bu projenin Atlas Dergisi İstanbul 2013 özel sayısında tanıtıldığını ve o sayı ile birlikte yürüyüşe ait bir rehber haritanın da verildiğini keşfettik. Sahaflarda, internet üzerinde dergiyi aradık ama haritası da olan dergiyi bulamadık. Yine de dergide yazılanları okuyabilmek için haritasız bir tane ikinci el dergi satın aldık. Daha sonra İstanbul Kadıköy’de bir pasajın içinde üç küçük odayı kapsayan güncel sanat, proje yeri ve bağımsız sanatçı yayınlarının üretildiği ve satıldığı bir kitapçı olan Torna’yı bulduk. Torna’dan hem rehber haritayı hem de yine Serkan Taycan tarafından rotayla ilgili olarak hazırlanmış olan Tumulus isimli kitapçığı satın aldık.

Yürüyüşe başlamak için en önemli kaynağı edinmiştik ama görünen o ki sadece rehber harita ile kaybolmadan bu güzergâhı tamamlamak mümkün olmayacaktı.  Bu aşamada rotanın GPS koordinatlarını aramaya başladık. Instagram vasıtasıyla güzergâhın bir dönem fotoğraflarını çeken Sezgin Kılıç’a ulaştık. Sağ olsun, kendisi tüm rotanın GPS bilgilerini bizimle paylaştı. Böylece 2016 Eylül ayı sonunda başlayan hazırlık çalışmalarımız 2016 Ekim ayı ortası gibi bitti. Artık yürüyüşe başlamak için önümüzde herhangi bir engel kalmamıştı. Çok bulutlu bir Ekim sabahı Karadeniz kıyısındaki Yeniköy’den yürüyüşe başladık.

Güzergâhın en iyi özelliklerinden birisi İETT otobüsleri ile etapların başlangıç ve bitiş noktalarına ulaşabiliyor olmanız. Dolayısı ile başlangıç noktasına nasıl gideceğim, etap bitince nasıl döneceğim gibi hususlarda endişe etmenize gerek olmuyor. Sadece otobüs saatlerini önceden öğrenmeniz ve kendinizi ona göre ayarlamanız yeterli.

Rota, işaretlenmiş bir rota. Ancak klasik işaretlenmiş yürüyüş yollarının aksine kırmızı-beyaz yerine mavi-kavuniçi renklerinde işaretlenmiş. Yürüyüşe başlar başlamaz Likya Yolu’ndan gelen alışkanlıkla bu işaretleri aramaya başladık. Amacımız Likya Yolu’nda olduğu gibi mümkün olduğunca işaretleri takip ederek ilerlemek, çok gerekli olmadıkça GPS’i açmamaktı. Ancak mavi-kavuniçi işaretlerin daha ilkinin sprey boyalarla karalanmış olduğunu görünce, İstanbul gibi sürekli değişim halinde olan, bir günü bir gününe uymayan ve de içinde yaşayanların çoğunun “işaretlenmiş kültür rotası” gibi bir kavramdan habersiz olduğu bir şehirde rota takip edeceksek, bu işaretlerin asla işaretlendikleri gibi kalmayacaklarını bilmemiz gerektiğini öğrendik. İşaretleri takip ederek ilerleyemeyeceğimiz anlaşıldıktan sonra GPS’i açarak yolun tamamını GPS üzerinden takip ederek yürüdük.

Yürüyüşün Yeniköy-Baklalı etabı deniz kenarından hafifçe yükselerek artık faal olmayan linyit ocaklarının delik deşik, engebeli ve kurak arazisinden geçiyordu. Buralarda yürürken kendimizi Grand Canyon’un ve Kapadokya’nın minyatür hallerinde yürür gibi hissettik. Tabii bunu büyük bölümü yürümenize engel olan çitlerle parsel parsel ayrılmış bir Kapadokya manzarası olarak düşünün. Arada sürpriz olarak karşımıza eski maden çukurlarına dolan suların oluşturduğu gölcükler ve sazlıklar çıktı. Ama bu hoş sürprizler rotanın 3.havaalanı şantiye sahasına girmesi ile birlikte yerini kâbus gibi görüntülere bıraktı.

Şantiye sahası, vızır vızır kamyonların çalıştığı her yerinde bir faaliyet olan çok büyük bir alandı. Her yerde kaya yığınları, büyük kazı çukurları ve molozlar vardı. Kamyon şoförlerinin meraklı ve “Burada ne işiniz var?” diye sorgulayan bakışları altında, kamyonların altında kalmamaya ve rotayı da kaybetmemeye çalışarak hızlı adımlarla gri, delik deşik ve toz duman içindeki bu bölgeden uzaklaştık.  Gerekliliği tartışılır bir yatırım için doğanın insan eliyle tahrip etmesine dair üzücü bu sahneleri bir an önce arkamızda bırakmaya çalışırken karşımıza çıkan pembe çiçekli funda (püren) çalılıkları bize biraz olsun umut verdi. Fundalar her şeye rağmen en güzel çiçeklerini açmışlar ve var olma savaşlarına devam ediyorlardı.

Şantiye sahasını geride bıraktıktan sonra daha yeşillikli ancak seviye olarak şantiye sahasına göre epey aşağıda kalan bir bölgeye geldik. O noktaya kadar yolumuz çamursuz ve kuru bir zemin üzerinde devam etmişti. Ancak burada zemin ıslaktı. GPS verilerine göre doğru yoldaydık ancak ilerledikçe ıslak zemin, yerini balçık bir zemine bıraktı. Olmamız gereken rotayı takip etmemiz halinde doğrudan bir bataklığa giriyorduk. Rotanın sağına ve soluna ne kadar baktıysak da ayakkabıları ıslatmadan geçeceğimiz bir yer bulamadık. Görünüş yeşil otlarla kaplı bir arazi idi ama adım attığımız her yer, esasında suya doymuş otların hemen altında bir bataklık haline gelmişti. Güzergâhtan sapmadan çevresini dolanma imkânı yoktu. Ya olduğu gibi geri dönüp yürüyüşten vazgeçecektik ya da sonuçlarına katlanarak ilerlemeye devam edecektik. Biz, en fazla ayakkabılarımız ıslanır diye düşünerek ilerlemeye devam ettik ve ilk adımda dize, ikinci adımda da belimize kadar su/çamur karışımına battık.

Evet, sonunda şantiyeden kurtulmuştuk ancak bu bize her tarafından çamur akan ayakkabı ve pantolonlara mal olmuştu. Hava kapalı ancak yağışsız olduğundan ve de bir haftadır yağmur yağmadığı için yürüyüşün kuru bir zeminde devam edeceğini düşünmüştük. Bu düşünce ile yanımıza herhangi bir yedek ayakkabı ve pantolon almamıştık. Dolayısı ile belden aşağısı çamura bulanmış vaziyette Durusu’ya doğru yürüyüşümüze devam ettik.

Yolun geri kalanında birçok arsanın etrafının çitlerle çevrili olduğunu fark ettik. Buralarda normalde herhangi bir yerleşim ve yol olmamasına rağmen birçok arazi parçasının bu şekilde işaretlenerek çevrildiğini gördük. Esasında çok da şaşılacak bir durum yoktu: Bunlar geleceğin villa ve sitelerinin inşa edileceği arazilerdi. Havaalanı inşaatının bitmesinden sonra buraları da etrafındaki doğayı yok edecek olan yeni yerleşim bölgeleri olacaktı. İleriki yıllarda “Biz oraların yok olmadan önceki halini görmüştük” şeklinde kendimizi teselli ederiz diye düşünerek ve sessizce bu duruma isyan ederek yürüyüşümüze devam ettik.

Durusu’ya vardığımızda Belediye’nin ek hizmet binasındaki çeşmede ayakkabılarımızı, çoraplarımızı ve pantolonlarımızı olabildiğince temizledik. Oradaki güvenlik görevlileri halimize bakıp nasıl o hale geldiğimize dair bir anlam çıkartmaya çalışıyorlardı. Onlara Yeniköy’den yürüyerek oraya geldiğimizi anlattık ama kuru bir havada nasıl olup da bu şekilde ıslandığımızı anlayamadılar. Kısa bir yemek molasından sora yola devam ettik.

Durusu’dan tekrar yola çıktıktan sonra hava yavaş yavaş açmaya ve güneş yüzünü göstermeye başladı. Yönümüz güneşe doğru olduğu için de ıslaklıklarımız yavaş yavaş kuruyordu. Bu arada Yeniköy civarında hiç rastlamadığımız mavi-kavuniçi işaretler de ara ara kendilerini gösteriyordu. Onları gördükçe doğru yolda olduğumuz için seviniyor ve sanki önemli bir tarihi kalıntı görmüş gibi hemen fotoğraflarını çekiyorduk.

Sonunda ilk etabın son durağı olan Baklalı Köyü’ne vardık. Köy meydanında biraz dinledikten otobüse binmek üzere Germe’ye gittik. Germe’deki bir bakkaldan o bölgenin meşhur manda yoğurdundan almayı ihmal etmedik. Bakkal “Yakında manda yoğurdu da yiyemeyeceğimizi, çünkü etrafta havaalanı inşaatı yüzünden mandaların girebileceği göllerin artık kalmadığını” söyledi. Köylüler manda yetiştirmekten vazgeçiyorlarmış. Bu da gerekliliği tartışılır bir yatırımın ilk etapta fark edilmeyen olumsuz etkilerinden sadece birisiydi. Yürüyüşün bu etabında karşılaştığımız bataklık geçişi nedeniyle, rotanın diğer etaplarını, havaların daha sıcak, dolayısı ile toprağın daha kuru olacağı zamanlarda yürümeye karar verdik.

Aldığımız karar neticesinde, rotanın ikinci bölümünü yani Baklalı-Sazlıbosna etabını yürümek için 2017 Mart ayının sonuna kadar beklemek zorunda kaldık.

Bu kez soğuk ve sisli bir Mart sabahında Baklalı’dan yürüyüşe başladık. Öğlene kadar kapalı hava bize eşlik etti. Güzergâh son derece yeşil, yerleşimden ve insanlardan uzak bir güzergâhtı. Mavi-kavuniçi işaretler bazen silik, bazen de canlı bir şekilde bize yolu göstermeye devam ettiler. Tabii yine çok seyrek oldukları için biz yine GPS verilerine göre yürüdük.

Güzergâh Sazlıdere’yi takip ediyordu. Dursunköy’e gelmeden önce iki kere dereyi geçmek zorunda kaldık. İlk seferde, su seviyesi yüksek olmasa rahatlıkla geçilecek bir zeminden su seviyesi yüksek olduğu için ayakkabılarımızı çıkartarak geçebildik. İkinci seferde artık dere iyice belirginleşmiş bir şekilde akıyordu ve dereyi geçebilecek herhangi bir köprü yoktu. Dere boyunca epey bir ileri geri gittikten sonra en az derin olduğuna inandığımız bir noktadan mecburen yine ayakkabılarımızı çıkartarak geçtik. Esasında bu kadar zahmete değmeyeceğini ilerleyen süreçte anladık.

Etap, yemyeşil meralardan ve tarlalardan geçiyordu. Ancak sonradan fark ettiğimiz üzere, bu tarlalar ve meralar karşıdan bakıldığında kuru gibi gözükse bile esasında su içindeydi. Yani kuru toprakta yürüme planımız bu sefer de başarısızlığa uğradı. Gerçi bir önceki etaptaki bataklık sürprizini bu sefer yaşamadık ama ayakkabılarımız yine su içinde kaldı. Dolayısı ile dereyi ıslanmadan geçmek için verdiğimiz çaba boşa gitti.

Dursunköy’e yaklaşırken tarlalarda yiyecek arayan leylekler ile karşılaştık. Böylece senenin ilk leyleklerini görmüş olduk. Dursunköy’de mola verdikten sonra yola çıktığımızda, yürüyüşteki başka bir sürprizle karşılaştık: Yolda kırmızı-beyaz yol işaretleri ve değişik bir işaretleme etiketi gördük. Bunları yakından incelediğimizde işaretlerin Sultanlar Yolu’na ait olduğunu anladık.

Sultanlar Yolu, Kanuni Sultan Süleyman’ın ayak izlerini takip eden bir uluslararası uzun menzilli doğa ve tarih yürüyüş parkuruymuş. İki Deniz Arası güzergâhı ile Sultanlar Yolu Dursunköy’de kesişiyordu. Bu etabın son durağı olan Sazlıbosna ise, Viyana’dan İstanbul’a uzanan Sultanlar Yolu yürüyüş rotasının İstanbul’dan önceki son durağı idi.

Dursunköy’den sonra Sazlıdere baraj gölü kenarından yürüyüşe devam ettik. Bu esnada Sultanlar Yolu’nun kırmızı-beyaz işaretleri de bize eşlik etti. Göl kenarındaki yürüyüşte de zemin çoğunlukla ıslaktı. Hatta bir noktada yol tamamen sular altında kaldığı için yolu biraz uzatarak etrafından dolanmak zorunda kaldık. Yürüyüş boyunca anemonları ve göl soğanlarını çiçeklenmiş halleri ile görme şansını yakaladık. Bütün ıslaklığına rağmen, tüm rotanın en pastoral bölümü olan Baklalı-Sazlıbosna etabı, İki Deniz Arası yürüyüşünün en çok hoşumuza giden kısmı oldu. Burada yürürken İstanbul’da olduğumuzu tamamen unuttuk. Şehir dışında günübirlik bir yürüyüş etkinliğine katılmış hissiyatı ile bu etabı Sazlıbosna’da tamamladık.

Bir sonraki etap olan Sazlıbosna-Yarımburgaz Mağarası yürüyüşünü 2017 Nisan ayının ilk gününde yaptık. Bu sefer güneşli bir havada ve tamamen kuru bir zeminde yürüdük ve hiç ıslanmadık. Rotanın en ilgi çekici yeri olduğunu düşündüğümüz Yarımburgaz Mağarası’nı göreceğimiz için heyecanlıydık. Mağaraya varmadan çok önce antik bir yerleşim yerine benzeyen taş ocağından geçtik. Bu taş ocağı aynı anda hem bir antik şehri hem de bir fütüristik bir film platosunu andırıyordu. Taş ocağındaki blokların kesitlerinde deniz kabukları vardı. Sanki fosilli bir kayaç gibi duruyordu. Sonradan bunun Küfeki Taşı olduğunu öğrendik. Küfeki Taşı, deniz kabuklarının, çoğunlukla da küçük istiridye kabuklarının oluşturduğu bir istiridye kalkeriymiş. En önemli özelliği doğadan çıktığı anda her türlü işleme uygun olması ve kolay işlenmesi; havayla temastan sonra havadaki karbon dioksiti bünyesine alarak sertlik, dayanıklılık ve güç kazanmasıymış.  İstanbul’un estetiğini oluşturan tüm tarihi yapıların içinde ve dışında bu Küfeki taşları kullanılmış.

Bu taş ocağından sonra rotamız bizi güzergâhın en yüksek noktası olan, 160 metredeki Kocabayır tepesine çıkardı. Kocabayır tepesine çıktığımızda arkamızda kalan yolu görmek güzeldi. Ama ileriye doğru baktığımızda İstanbul’da yürüdüğümüz gerçeği ile karşılaştık ister istemez. Önümüzde Arnavutköy ve Hadımköy’ün yükselmekte olan binalarını gördük. Eskiden taşı toprağı altın olan, ama şimdi yeri göğü beton kaplı, her şeyi ve herkesi yutan Şehr-i İstanbul karşımızdaydı. Sanki biz mitolojik bir hikâyenin kahramanları olarak kaçınılmaz sonumuza doğru ilerliyorduk. O tepedeyken esen rüzgâr, bir yandan yüksekte olmanın getirdiği özgürlük duygusunu kuvvetlendiriyordu, bir yandan da sanki bizi daha fazla ilerlemememiz için uyarıyordu.

Bu düşüncelerle yolumuza devam ettik. Şamlar bendinin hemen dibindeki Şamlar Köyü mola yerimiz oldu. Şamlar köyünün kahvesinden otururken bir film ekibinin orada olduğunu fark ettik. Acaba hangi dizi ya da film için buradalar diye düşünürken film ekibi bizim geldiğimiz istikamete doğru yola çıktı. Sonradan bu ekibin HDP’nin referandum kampanya reklamını Sazlıdere Baraj Gölü kenarında çektiğini öğrendik. Demek ki İstanbul’un bu bölgesi halen film platosu olacak kadar el değmemiş ve orijinal geliyordu yapımcılara.

Molanın ardından yine baraj gölü kenarından yürüyerek Sazlıdere barajına ulaştık. Barajın etrafındaki fotoğraf molasından sonra barajdan çıkarak Küçükçekmece gölüne kadar uzanan bir kanalın yanından yürüdük. Bu arada kanalın iki yanındaki çarpık yapılaşma ürünü olan Yarımburgaz, Altınşehir ve Güvercintepe mahallelerinin kanalizasyon sularının bu kanala dökülerek, kanal vasıtasıyla Küçükçekmece Gölü’ne karıştığı dikkatimizden kaçmadı. Kanalda harap bir haldeki Osmanlı köprüsünü görünce bir kez daha tarihi kalıntılara ne kadar çok (!) önem verdiğimizi hatırlayarak yola devam ettik. Yolun sonunda ise Yarımburgaz Mağarası’na vardık. Mağara 400 bin yıl önceye yani Paleolitik devre uzanan tarihiyle İstanbul’un en eski üçüncü yerleşim yeriymiş. Ama ne yazık ki sit alanı olmasına rağmen harap vaziyetteydi. Yürüyüşe başlarken rotanın en ilgi çekici yeri olduğunu düşündüğümüz mağaradan derin bir hayal kırıklığı içinde ayrılarak bu etabı da bitirdik.

İki Deniz Arası rotasının son etabı olan Yarımburgaz Mağarası-Menekşe Plajı yürüyüşünü 2017 Mayıs ayının ortasında yaptık. Mağaradan yola çıktıktan kısa bir süre sonra kendimizi TEM otoyolunun altından geçerken bulduk. Güzel manzaralar hep arkada bıraktığımız güzergâhlarda kalmıştı. Oysa şimdi geçtiğimiz yer tinercilerin, evsizlerin mekân tuttuğu yerler gibiydi. Burada herhangi bir güzellik bulmak söz konusu değildi. Orada çok oyalanmadan kendimizi açıkta yer alan patikaya attık.

Önümüzde Küçükçekmece Gölü, arkamızda TEM otoyolu ilerlemeye devam ettik. Az bir süre sonra tren yolu köprüsüne vardık. Bu köprüden karşıya geçmek, köprünün tam ortasında durup fotoğraf çekmek çok eğlenceliydi. Köprüden sonra bir müddet daha demiryolundan devam edip kullanılmayan banliyö tren istasyonlarından geçtik. Buraları göl kenarından önce göreceğimiz son yeşillikli yerlerdi.

Rota bizi Halkalı Tren İstasyonu’nun, Küçükçekmece Nükleer Araştırma Tesisi’nin ve Halkalı Gümrüğü’nün yanından geçirerek Küçükçekmece Gölü’ne kadar getirdi. Görece erken bir saatte göl kenarında olduğumuz için göl kenarı nispeten sakindi. Ama gölün çevresine baktığımızda apartmanlar ve evlerden başka bir şey görmedik. Artık şehrin içindeydik. Doğal görüntüler yerini rezidans, apartman, ev, karayolu, araba görüntülerine bırakmıştı. Gölün bitiminde klasik dönem Osmanlı köprüsü olan Mimar Sinan köprüsünden geçerek yola devam ettik. Bir müddet sonra yol bizi Menekşe plajına ulaştırdı. Böylece Karadeniz kıyısında başlayan yürüyüşümüz Marmara Denizi kıyısında sonlanmış oldu.

Yürüyüş boyunca geçtiğimiz tüm coğrafyayı bir vücut, İstanbul şehrini ise bir kanser gibi düşündük nedense. Sanki şehir kötücül bir tümördü ve yavaş yavaş tüm bedeni ele geçiriyordu. Gerçekten İstanbul dışında gezdiğimizi düşündüğümüz anlar da oldu, şehrin tam ortasında yürüdüğümüzü hissettiğimiz anlar da. Güzellikleri görüp umutlandık, betonlaşmayı, pislikleri görüp karamsarlığa düştük. Ama sonunda iyisiyle kötüsüyle yaşadığımız şehri değişik yönleriyle keşfetmiş olmamıza sevindik.

Rota tamamen yürünemez hale gelmeden İstanbul’da yaşayan ya da İstanbul’un farklı bir yüzünü görmek isteyen herkese, şehri bir de bu şekilde deneyimlemelerini ve İki Deniz Arası’nı yürümelerini tavsiye ediyoruz.

Başka rotalarda karşılaşmak ümidiyle yolunuz açık, mavi-kavuniçi işaretleriniz hep görünür olsun…

Oytun Güventürk

Temmuz 2017

https://www.instagram.com/tonyukukoytun/

Write a comment:

*

Your email address will not be published.